13 Haziran 2025’te başlayan saldırılar, bölgesel barış açısından geri dönüşü zor bir dönemece işaret etmektedir.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun 13 Haziran’da yaptığı açıklama sadece Ortadoğu’da değil, küresel güvenlik algısında da sarsıntı yaratmıştır. Netanyahu, “İran tehdidi ortadan kaldırıncaya kadar sürecek” bir operasyon başlattıklarını duyurmuş ve bu açıklamanın hemen ardından gelen İsrail hava saldırıları İran’ın başkenti Tahran dâhil olmak üzere çok sayıda stratejik hedefi vurmuştur.
Bu gelişme yalnızca Tel Aviv ile Tahran arasındaki tarihsel gerilim çerçevesinde değerlendirilemez. 11-12 Haziran tarihlerinde Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA), İran’ın nükleer yükümlülüklerini ihlal ettiğini ve uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin neredeyse silah üretim seviyesine ulaştığını açıklamıştı. İsrail ise bu durumu bir “önleyici saldırı” gerekçesi olarak kullanmıştır. Öte yandan, saldırılardan günler önce ABD’nin bölgedeki vatandaşlarını tahliye etmesi operasyonun İsrail tarafından tek taraflı planlanmadığını aksine daha uzun vadeli ve çok aktörlü bir stratejinin parçası olduğu yönünde değerlendirmelere neden olmuştur.
İsrail
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun 12 Haziran 2025 tarihinde yaptığı açıklama oldukça netti: “İran’ın oluşturduğu tehdidi ortadan kaldıracağız”. Bu ifade yalnızca askeri bir operasyonun değil, aynı zamanda Ortadoğu’daki bölgesel dengelerin yeniden şekillenebileceği bir sürecin başlangıcına işaret etmektedir.
İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerindeki hızlı ilerleyişi IAEA tarafından yapılan sert uyarılarla uluslararası kamuoyunun dikkatine sunulmuş, ABD’nin bu süreçteki sessiz tutumu ise operasyonun zeminini hazırlayan bir unsur olarak değerlendirilmiştir. İsrail’in gerçekleştirdiği askeri operasyonlar rastlantısal ya da tepkisel değil, stratejik ve hedef odaklıdır. Özellikle İran’ın nükleer tesislerinin, üst düzey askerî yetkililerinin ve bilim insanlarının hedef alınması, operasyonun kapsamlı bir istihbarat çalışmasına dayandığını göstermektedir.
Bu çerçevede İsrail istihbarat teşkilatı Mossad’ın İran topraklarında üs kurduğu yönündeki iddialar kamuoyunda tartışma yaratmıştır. Ancak bu iddiaların doğruluğu şüpheli olup İsrail’in İran içinde doğrudan üs kurmasından ziyade Kuzey Irak’ta eğitilen Kürt ve Afgan unsurlar üzerinden dolaylı operasyonlar yürüttüğü yönündeki değerlendirmeler daha güçlü ve inandırıcıdır. Yöntem ne olursa olsun yaşanan gelişmeler İran’ın iç güvenlik yapılanmasındaki kırılganlıkları ve istihbarat zaaflarını bir kez daha gün yüzüne çıkarmıştır.
ABD’nin Tutumu: Müzakere Aracı olarak Baskı
ABD Başkanı Donald Trump saldırıdan yaklaşık iki ay önce diplomatik müzakerelerin başarısız olması hâlinde bir savaşın kaçınılmaz olabileceği yönünde açıklamalarda bulunmuştu. Henüz müzakereler tamamlanmamışken İsrail’in operasyon başlatması, ABD’nin diplomasiyle eş zamanlı olarak askeri baskıyı bir araç olarak devreye soktuğunu düşündürmektedir.
Trump’ın iç politikada yaşanan zorluklar nedeniyle yeni bir dış müdahalenin kamuoyunda olumsuz yankı uyandırabileceği ve doğrudan savaşa girmek istemediği bilinmektedir. Bu nedenle İsrail’in operasyonu ABD tarafından İran’a yönelik dolaylı bir baskı ve müzakere yöntemi olarak değerlendirilmelidir. Washington’un “operasyonla bir ilgimiz yok” açıklaması, sahadaki gelişmeler ve ön hazırlıklar göz önünde bulundurulduğunda inandırıcılıktan uzaktır.
İran’ın Cevabı ve Rejimin Konumu
İran saldırılara karşılık vermekte gecikmemiş, misilleme açıklamalarıyla gerilimi daha da tırmandırmıştır. Bu durum ABD’nin doğrudan çatışmaya sürüklenme ihtimalini artırmakta ve savaş istemeyen bir Washington için oldukça riskli bir tablo ortaya koymaktadır. Her ne kadar İran geçmişe göre ekonomik ve siyasi olarak zayıflamış görünse de mevcut kapasitesiyle doğrudan hedef alındığında, rejimin kısa vadede ortadan kaldıracağına yönelik beklentiler gerçekçi olamamaktadır. İran’da rejimin zayıflamasının arkasında ise uzun süredir devam eden ekonomik kriz ve toplumsal huzursuzluklar yer alsa da dış müdahaleler tek başına rejim değişimini garantileyecek güçte değildir.
Tarihsel tecrübeler doğrultusunda İran’ın nükleer programı ve savunma kapasitesi “millî güvenliğin temeli” olarak görülmekte ve bu doğrultuda yapılandırılmaktadır. İran’ın uluslararası baskılara rağmen bu programdan vazgeçmemesi güvenlik ve egemenlik anlayışının değişmez bir parçası hâline gelmiştir.
Nükleer Müzakerelerin Geleceği
İsrail’in saldırısı hâlihazırda zor ilerleyen nükleer müzakereleri daha da karmaşık bir sürece sokmuştur. Müzakere ortamının güvene dayalı ilerlemesi gerekirken askerî operasyonların gölgesinde sürdürülecek bir diyalogdan sağlıklı sonuç beklemek güçleşmiştir. Bu da diplomasi yerine askeri seçeneklerin ön plana çıkabileceği, uzun vadeli bir istikrarsızlık sürecini beraberinde getirebilir.
Bölgesel Dinamikler ve Körfez Ülkelerinin Tutumu
İran’a yönelik uluslararası baskılar, Körfez ülkeleri üzerinde de dolaylı etki yaratmaktadır. Son dönemde Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler, İran ile ilişkileri yumuşatma yönünde adımlar atarak elçiliklerini yeniden açmış ve savaş olasılığına karşı diplomatik çözüm çağrılarında bulunmuşlardır. Zira, İran’ın doğrudan hedef alınması durumunda ABD üslerine ev sahipliği yapan bu ülkeler de çatışmanın içine çekilecek ve ciddi zarar göreceklerdir. Bu nedenle Körfez ülkeleri her ne kadar İran’ın güçlenmesinden rahatsız olsalar da bölgesel çatışmanın genişlemesine karşı çıkmakta ve çözümün diplomasiyle sağlanması gerektiğini savunmaktadırlar.
Türkiye’nin Denge Siyaseti
Türkiye’nin bu süreçteki tutumu büyük olasılıkla “bölgesel istikrarın korunması ve devletlerin egemenlik haklarına saygı” ekseninde şekillenecektir. İran-Irak Savaşı döneminde olduğu gibi Türkiye tarafsız ancak dikkatli bir denge politikası izleyebilir. Zira, olası bir çatışmanın genişlemesi durumunda bölgesel ticaret, enerji arz güvenliği ve genel güvenlik mimarisi ciddi şekilde etkilenecektir. Bu bağlamda Türkiye’nin tamamen pasif kalması mümkün görünmemektedir.
Türkiye’nin İran’a ilişkin gelişmeleri yakından takip etmesi ve sağduyulu, çok boyutlu bir dış politika sürdürmesi hayati önemdedir. Bu yaklaşım sadece güncel kriz yönetimini değil, tarihsel bağları ve karşılıklı bağımlılığı da göz önünde bulunduran stratejik bir perspektife dayanmalıdır. Nitekim İran Şahı Rıza Pehlevi’nin bir dönem ifade ettiği “Biz iki kardeş milletiz ve kaderlerimiz birbirine bağlıdır” sözü bu ilişkinin tarihsel derinliğini yansıtmaktadır. Bu çerçevede, “Türkiye hapşırırsa İran nezle olur; İran hapşırırsa Türkiye nezle olur” anlayışı karşılıklı hassasiyetin ve etkileşimin boyutlarını ortaya koymaktadır. Bu nedenle, Türkiye'nin politikası yalnızca mevcut krize tepki vermekle sınırlı kalmamalı, uzun vadeli bölgesel barış ve istikrarı önceleyen bir vizyona dayanmalıdır.
Çin ve Rusya’nın Stratejik Yaklaşımı
Rusya, Ukrayna’daki savaş nedeniyle dikkatini Batı’ya çevirmiş durumda olduğundan İran’a açık destek vermekte çekingen davranmaktadır. Çin ise bölgede enerji ve ekonomik yatırımlar bağlamında daha yapıcı bir yaklaşımı tercih ettiğinden, taraf olmak yerine İran’ın tamamen yalnız kalmasını engelleyecek düzeyde sembolik çıkışlarla süreci izlemektedir.
İran’da iç çatışmalara ve rejim değişikliğine giden süreç
İsrail’in 13 Haziran 2025 tarihinde başlattığı saldırılar İran’ın birçok stratejik kentini hedef almıştır. Tahran, Kirmanşah, Hamedan, Buşehr, Urmiye ve Tebriz gibi kentlerdeki askeri ve lojistik unsurlara yönelik yoğun saldırılar gerçekleşmiştir. Özellikle Tebriz’de askeri birliklere yönelik saldırıların dikkat çekici olduğu görülmektedir. Tebriz’in güneybatısında yer alan Batı Azerbaycan (Urmiye, Mahabad, Kirmanşah), Kürt nüfusun yoğun olduğu ve çeşitli Kürt unsurların (PJAK) bağımsızlık yönelimli faaliyetler yürüttüğü bir alandır. Olası bir iç savaş senaryosunda bu bölgede savunma hatlarının zayıflatılmasının ayrılıkçı hareketlerin önünü açmaya yönelik bir strateji olduğu değerlendirilebilir.
Petrol ve doğalgaz bakımından oldukça zengin olan Huzistan eyaletine yönelik bazı saldırılar gerçekleştirilmiş olsa da bu bölgedeki saldırıların sınırlı düzeyde kaldığı gözlemlenmiştir. Bu durum, saldırıların hedef seçiminde belirli bir siyasi ve stratejik önceliklendirme yapıldığını düşündürmektedir. Dolayısıyla, saldırıya uğrayan ve uğramayan bölgeler arasındaki stratejik ve jeopolitik farkların dikkatle analiz edilmesi gerekmektedir.
İran iç kamuoyunda saldırılara yönelik tepkiler homojen değildir. Bazı gruplar saldırıları protesto ederken, rejim muhalifi kesimlerde saldırılara yönelik destek ifadeleri ve sevinç gösterileri de gözlemlenmiştir. Bu durum, ülke içerisindeki toplumsal kutuplaşmanın derinleştiğini ve mevcut siyasi yapıya karşı büyüyen memnuniyetsizliği yansıtmaktadır. Söz konusu toplumsal karmaşa, devletin sınırlarını ve iç güvenlik ortamını kontrol etmesini zorlaştırmakta ve bu da iç isyan ve çatışmaların ortaya çıkma ihtimalini artırmaktadır. Böyle bir senaryonun gerçekleşmesi İran’ın toprak bütünlüğünü tehdit edebilir.
Bu bağlamda, dini lider Ayetullah Ali Hamaney’in görevden çekilmesi ya da etkisizleşmesi hâlinde mevcut Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın durumu kritik bir rol oynayabilir. Türk kökenli olan ve geniş kesimlerce olumlu karşılanan Pezeşkiyan’ın halk üzerindeki meşruiyeti sayesinde muhtemel isyanları önleme kapasitesine sahip olabileceği değerlendirilmektedir.
Öte yandan İran’ın batısında, özellikle Irak topraklarından Urmiye, Mahabad ve Sulduz gibi kentlere doğru Kürt grupların geçiş yapması durumunda bölgede federatif ya da konfederatif yapılar oluşturulması yönündeki girişimler İran’ın üniter yapısını sarsabilecek yeni bir parçalanma riskini beraberinde getirmektedir.
Bununla birlikte, Şubat ayında düzenlenen “Münih Yakınsama Zirvesinde”, Rıza Pehlevi başkanlığında faaliyet gösteren “Ulusal Devrim ve Geçiş Dönemi Grubunun” etkinliğinin artırdığı görülmektedir. Bu grup, İran’da yeni bir kurucu meclisin oluşturulmasını, ardından demokratikleşme süreci kapsamında referandum düzenlenmesini ve geçiş hükümeti kurulmasını hedeflemektedir. Bu girişim, İran’ın geleceğine ilişkin alternatif siyasi senaryoların tartışılmasına neden olmakta ve olası bir rejim değişikliğine zemin hazırlayabilecek potansiyele işaret etmektedir.
Sonuç: İstikrarsızlığın Eşiğinde Bir Bölge
İsrail’in başlattığı ve İran tarafından misillemelerle karşılık verilen saldırılar, bölgesel çatışmanın ötesine geçerek küresel düzeyde güvenlik riskleri doğurabilecek bir nitelik kazanmıştır. Özellikle Hürmüz Boğazı’nın kapatılması veya İsrail’e yönelik nükleer silah kullanması gibi senaryolar sadece bölgeyi değil, dünya genelindeki enerji güvenliğini ve jeopolitik dengeleri de sarsabilir. Bu tür bir gelişme, kontrollü çatışma sınırlarını aşarak geniş çaplı bir savaşın tetikleyicisi olabilir.
İsrail’in 13 Haziran 2025 tarihinde başlattığı operasyonlar, yalnızca İran’ı hedef almakla kalmamış aynı zamanda bölge ülkeleri açısından ciddi bir güvenlik tehdidini gündeme getirmiştir. Söz konusu saldırılar bölge devletlerine açık bir mesaj vermektedir: Her ülke, benzer bir “önleyici saldırı” gerekçesiyle hedef hâline gelebilir. Bu durum mevcut güç dengelerini sarsmakta ve bölgesel istikrarın sürdürülebilirliği açısından iş birliğinin ve diplomatik diyalog mekanizmalarının önemini daha da artırmaktadır.
Ortadoğu’nun geleceği, bölgesel işbirliği ve diplomatik inisiyatiflerin güçlendirilmesiyle şekillenecektir. Aksi hâlde mevcut istikrarsızlık ortamı daha da derinleşebilir ve bölgeyi yeni bir büyük savaşın eşiğine getirebilir. Bu nedenle, kısa vadeli kazançlar için uzun vadeli barış fırsatları feda edilmemelidir.
Özgün Kaynak için tıklayın: 🏛️